Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Bir el arabası kadardı mutluluğumuz...Boşalttık Gökyüzü doldu...

Hayal Kırıklığının Özgür Bir Ruhta Duruşu

Uzanmışsın gökyüzünün altına hep birilerini beklersin yanlızlığın dinsin diye... Zorlu mevsimlerden geçersinde hiç yazıklanmazsın neden kış geldi diye...Yüreğinde eritirsin karakışı...İnsanın kendini dağ gibi hissetmesi , nefesinin maceracı bir rüzgara takılmasıyla birlikte, papatya,ot,toprak ve tezek kokusuyla karışık bir kokuyla geri dönerken burnuna Ve bir anın yansır gözlerine. Hava çok karanlık ve çok ciddi bir sis...Arabımızı kullanan amca minübüs makas kırdı dedi...Bu ne demektir anlamadım...Anne dedim kimsenin çantasında makas yok mudur amcaya versek dedim...Annem bana gülümseyerek baktı...Sonra birisi burada beklemeyelim...Oba yakında nasıl olsa 20 dakikalık bir yürüme yolumuz kaldı...Ben tabi çok korktum...arabanın içi daha güvenli gelmişti bana...Zaten araba oldukça yavaş gelmişti....Takur tukur taşlı bir yolda , sanki bir faytonla seyahat ediyorduk...bu yorgunluğun üzerine bir de yürümek mi...Çok ciddi bir endişe sardı beni... Karanlıktı...Hele ki bir amca demesin ...

Yün Çoraptan Kanatlar…

Hastanenin kapısında ağılıyordu.Üçüncü çocuğu    beş yaşındaki Abdul Kadir’ in ayağında bir yara çıkmıştı.Yılan kemiği batmış ve    çok kötü mikrop kapmıştı ayağı.Kayınpederinden     çok zor izin alıp çocuğu doktora götürmüştü.Kırk gün alçıda kalacaktı ayağı.Annesi sürekli    sırtında taşıyordu çocuğunu.Ama iyileşmiyordu bir türlü ayağı.Ağlamaya başlamıştı çocuk.Köyden kimseye bir şey söylemeden çocuğunu tekrar doktora götürdü Ayşe Gelin.Mevsim kıştı.Kadın oracıkta dona kaldı."Hanım çocuğun ayağı kesilmesi lazım gelir.Şu kağıtları imzala" dedi Doktor.Boğazında bir yumruk.Tombul yanaklı Kadirine baktı.İçinde bir kış.Küçücük çaresiz bir serçe gibi hissetti kendini. Bir çam ağacı bulsa sığınacaktı.Oğlunu saklayacaktı bu korkunç kıştan.Başında boncuklu beyaz cember,pazenden yeşilli mavili ince çiçekli bir gömlek ve bir etek üstüne sarılı bir kuşak,ayağında yün çorap , trabzon lastiği.Zorlu coğrafyanın kaderine boyun eğdirmeye çalıştığı bir kadı...

ÇALIŞAN ANNE GÜNLÜĞÜ

Çalışan Anne olmak... Ne Kadar yorgun olursanız olun...Evin kapısından içeri girer girmez,oğlumun iste ği üzerine kalbi ateşten bir canavara dönüşecekmişim...Prenses canavarın kalbini dondurursak onu yenebileceğimizi söylemiş...Ama kalbime önce su döküp ateşi söndürecekmiş...Sonra da kalbimi dondurup beni yenecekmiş...Ve açılsın perde,gitsin yorgun anne...
Ufuk çizgisinin bir ucundan sen tutsan  bir ucundan ben İp atlatsak bu yorgun bulutlara,    İkimizde unutsak yüreğimizin dibine çöküp bizi ağırlaştıran , Dışımızı  içimize doğru  bastıran koca koca taşlardan kurtulsak birden… Sen eteklerine dalgalarını doldursan., ben kıyılarında oyuncak kovamla dalgalarını Yakalasam…. Sen ayaklarına deniz kabuklarını giysen , Ben elime deniz fenerlerini alsam, düşsek yollara  gece ayazında veya ayışığında, Ama hiç üşümesek dağları  giysek sırtımıza… Bulutlarla kulaklarımızı örtsek… Kurtulsak herşeyden ….

Adı Sevinç'ti Öğretmenin...

1998 yılı.Beşikdüzü'ndeyiz. Sahildeki martıların sesi düşüyordu akşamımıza.Karadeniz'in ağlamaklı çocukları hiç susmuyordu.Sanki çok dertliydiler.Sevinç öğretmenimle Annemin rengarenk sardunyaları arasında oturmuş sohbet ediyorduk. Biliyormusun dedi Sevinç Ablam Erzurum da da yaşayan martılar varmış dedi.Nasıl yani dedim.Bir köy öğretmeninin anılarını yazdığı kitapta okumuştum dedi.Balık arabalarının peşine takılıp gitmişler , bırakmışlar denizlerini,bir süre sonrada kara koşullarına ayak uydurmuşlar zaten...Karın tokluklarının uğruna.Yutkundum biranda hüzünden Mavi ipince bir ip dolandı sanki yüreğime.Yüzüm ekşimişti bir anda.Ama Sevinçti bu al yanaklı güzel insanın adı.Hiç sevmezdi hüznü.Muzip gülümseyişle hüznün üstüne bir kazan soğuk su dökerdi.Saatlerce birlikte gülebilirdik.Çok kitap okurdu.Tam bir eğitimciydi...iki yıl Batman Sason' da görev yapmıştı.Terörün en şiddetli zamanlarında.Hiç vazgeçmedi Sevinç Öğretmen olmaktan.O farklı bakardı.Güzel olanı görmek için...

Utanmak inceliktir Aslında

Feryal Çakmak Ağustos ...Kavurucu sıcak...Güçlükle dalı kendisine çekiyor fındık putanaklarına uzanmaya çalışıyordu...Ben de  yanında güya dedeme yardım ediyordum...Kara lastiklerin  içine dikilmiş kocaman bir gövde...Bir ağaç gibi...Yorgun ama asla yılgın değil...Biliyordu ki bu topraklar emekli etmiyordu insanı...Ne kadar çalıştın o kadar ekmek diyordu bu topraklar sana.. Evimizin önünde küçük bir çimenlik alan ve yanında da içi samanla dolu üzeri çinkoyla kapatılmış bir tam, ve bir çöten vardı...Dedem bir marangozdu...Çimenin ortasında onun yaptığı ağaçtan altıgen bir masa duruyordu.O bir zanaat adamıydı ve de yaptığını farklı yapmayı seviyordu.Çok severdi  aynaya bakmayı.Ne zaman aynasını alsa eline rahat bırakmazdım onu, başını başımla ittirir aynaya kendi kafamıda sığdırmaya çalışırdım.Sonrada dede sığmıyor işte , sen misin? koca kafa ben imiyim? koca kafa deyip birbirimize gülümserdik. Duymuyor du beni.Ama yine de anlaşıryorduk biz onunla...Gönülden gönüle, ...